26/09/2025

Mimo

Bir zamanlar, bütün kitapların en çok okunduğu, tozlu sayfaların bile pırıl pırıl parladığı büyük bir şehir kütüphanesinin en kuytu köşesinde, diğer kitap kurtlarına hiç benzemeyen minik bir kurtçuk yaşardı. Adı Mimo'ydu.

Diğer kitap kurtları, bir kitabın içinde doğar, o kitabın hikayesiyle beslenir ve asla oradan ayrılmazdı. Onlar için, dış dünya sadece bir efsaneydi. Oysa Mimo, her gece rüyasında gökyüzünde süzülen, dev e-kitap okuyucularını görüyordu. Mimo'nun hayali, tek bir kitabın içinde kalmak değil, bütün hikayeleri okumaktı.

Mimo’nun vücudu, diğer kurtlar gibi bembeyaz ve yumuşak değildi. Mimo, okuduğu her kitaptan bir parça almıştı. Başındaki antenler, bilim kitaplarından aldığı için hafifçe fosforlu mavi renkte parlıyordu. Altı minik ayağı, tarih atlaslarından aldığı kahverengi deri gibi sağlamdı. Ve en önemlisi, sırtında şiir kitaplarının ince, zarif ipek sayfalarından yapılmış şeffaf kanatlar vardı.

Mimo, uçmayı denediğinde, kanatları sadece titriyordu. Uçabilmek için, sıradan bir kurtçuğun gücünden fazlasına ihtiyacı vardı: Bilgi Gücü'ne.
Bir gün, kütüphanenin baş raflarına yerleştirilmiş, yeni gelmiş, kalın kapaklı bir Kodlama ve Robotik kitabının kokusunu aldı. Bu kitapta, onu bir anda çeken bir şey vardı. Mimo, kitabı usulca kemirdi ve o sayfaların içerdiği mantığı, algoritmaları ve problem çözme yeteneğini özümsemeye başladı.
Kitabı bitirdiğinde, Mimo'nun mavi antenleri daha parlak, kanatları ise anlık bir enerjiyle dolmuştu. 

Mimo, sırtındaki ipek kanatlarını hızla çırptı, "Döngü Başlatıldı!" diye fısıldadı ve... uçmaya başladı!

Mimo, kütüphanenin tavanına doğru süzülürken, altta kalan, tek bir kitabın içinde hapsolmuş diğer kurtlar şaşkınlıkla onu izliyordu. Mimo, kütüphanedeki en yüksek, en modern Tablet Kitap rafına kondu.

Burada, hikayeler artık kâğıt üzerinde değil, parlak 
ekranlarda sürekli değişiyordu. Mimo, bu yeni, elektronik dünyaya tereddütsüz daldı. Ekranın içindeki metinler arasında kayıp gitti. Bir saniye Çin mitolojisindeydi, diğer saniye Mars'a iniş yapan bir astronotun yanında. Mimo, bilgiyi süratle okuyor ve her yeni cümleyle biraz daha hızlanıyordu.

Mimo, sadece okumakla kalmadı; uçuş yeteneğini kullanarak, yanlış yerleştirilmiş, unutulmuş kitapları bularak, onları ait oldukları raflara taşıyan küçük bir "Bilgi Kuryesi" haline geldi. Kütüphanedeki karmaşık bir sistemi çözerek, en çok ihtiyaç duyulan hikayenin, arayan çocuğa anında ulaşmasını sağlayan bir "Canlı Algoritma" oldu.

Ve böylece Uçan Kitap Kurdu Mimo, modern dünyada bir masal kahramanı oldu. O, bize bilginin sadece kâğıtta değil, her yerde olduğunu; hayallerimize ulaşmak için ihtiyacımız olan gücün, sadece okumakla değil, okuduğumuzu birleştirip uygulamakla elde edildiğini gösterdi.
Devamını Oku

25/09/2025

Saymazya

Çok uzaklarda, Atlas Okyanusu'nun derinliklerinde, üzerinde yaşayan insanların rakamları bilmediği ya da kullanmadığı gizemli bir ada varmış. Bu adanın adı Saymazya'ydı.

Saymazya'da her şey göz kararıydı: "Çok balık", "Az çiçek", "Bir sürü güzel gün". Öğretmenler çocuklara parmaklarını saymayı değil, gökyüzündeki bulutların şeklini dinlemeyi öğretirdi. Kimse kaç yaşında olduğunu bilmezdi; sadece "Büyüğüm" veya "Küçüğüm" derlerdi.

Adada yaşayan küçük bir kız varmış. Adı Lale. Lale, diğerlerinden farklı olarak, evlerinin kapısının önünden geçen dalgaların hep aynı aralıklarla kumsala vurduğunu, annesinin yaptığı kekin malzemelerinin hep belli bir ölçüde konulduğunu fark ediyordu. Bu düzene bir isim vermek istiyordu, ama elinde sadece kelimeler vardı.

Bir gün kumsalda, okyanusun getirdiği tuhaf, köşeli bir nesne buldu. Üzerinde bilmediği semboller vardı: 1, 2, 3, 4, 5... Bir cep telefonuydu, şarjı bitmiş, ıslanmış. Telefonun içinden çıkan hasarlı bir kitapçıkta, bu sembollerin ne anlama geldiği anlatılıyordu. Lale okudukça, zihninde anlık bir aydınlanma yaşadı. Düzenin bir dili vardı!
Lale, evlerine vuran dalgaların üç saniyede bir geldiğini, kek için gereken unun dört avuç olması gerektiğini öğrenmeye başladı. Bu bilgiyi, adanın yaşlılarına anlattı. Yaşlılar ilk başta Lale ile alay ettiler. "Bu ne aptalca bir şey! Yeterince balık yeterince balıktır," dediler. "Neden her şeye bir etiket takalım?"

Ama Lale vazgeçmedi. Büyük bir fırtına yaklaşıyordu. Lale, eski kitapçıktaki hava tahmin modellerine bakarak fırtınanın üç gün sonra, saat iki civarında en şiddetli haliyle adayı vuracağını hesapladı. Yaşlılar ise "Güneş ne zaman kararırsa o zaman saklanırız," diye düşündüler.

Lale, tüm köye giderek acilen hazırlanmaları için yalvardı. "Üç günümüz var, bu üç gün içinde yiyecekleri toplamalı ve evlerimizi iki kat güçlendirmeliyiz!" dedi.

Saymazya halkı, Lale'nin bu yeni, yabancı dilini ilk kez dinledi. Önlerinde ne kadar zaman olduğunu ilk kez net bir şekilde biliyorlardı.

Lale haklı çıktı. Üç gün sonra fırtına adayı 
vurduğunda, Saymazya halkı önceden hazırlık yaptığı için en az zararla kurtuldu. Lale'nin "Üç" ve "İki" gibi kelimeleri, kelimelerden çok daha fazlasıydı. Hayat kurtaran bir bilgiydi.

Fırtına dindikten sonra, yaşlı bir bilge Lale'nin yanına geldi. "Bize getirdiğin bu yeni dile ne ad vermeliyiz?" diye sordu. Lale gülümsedi ve yanıtladı:

"Bu, şeyleri tam olarak görebilmenin dilidir. Bunun adı 'Matematik'."

O günden sonra Saymazya halkı, rakamları tamamen benimsemedi, ama ne zaman tam olarak bilmeleri gereken bir şey olsa, küçük Lale'ye danıştılar. Ve Lale, onlara sadece saymayı değil, ölçmenin ve plan yapmanın büyülü gücünü öğretti. Adada artık sadece "Çok balık" yoktu; aynı zamanda "Tam 17 büyük balık" da vardı, bu da herkesin daha adil beslenmesi anlamına geliyordu.
Ve böylece, Saymazya modernleşti; sadece hislerle değil, bilgiyle de yaşamayı öğrendi.
Devamını Oku

13/07/2025

Kırık Teraziler

Sabah güneşi, küçük kasabanın taş sokaklarını altın gibi boyarken, Halil amca dükkânının kepenklerini kaldırıyordu. Yıllardır aynı düzen, aynı saat, aynı merhaba… Ama o gün işler biraz farklıydı. Karşı dükkanın önünde toplanan kalabalık, kasabanın alışık olmadığı bir gerginlik taşıyordu.

Kasabanın en büyük manavı olan Kemal Bey, genç bir çocuğu dükkânının önünde sert sözlerle azarlıyordu. Çocuğun adı Yusuf’tu. Annesi geçen yıl vefat etmiş, babası da kasabanın dışında bir inşaatta çalıştığı için çoğu zaman yalnız kalıyordu. O gün, Yusuf elinde sadece birkaç bozuklukla manava uğramış, bir kilo elma almak istemişti. Ancak parası yetmeyince tartıda biraz eksik meyve istemişti.

Kemal Bey ise bunu bir "hırsızlık" girişimi olarak görmüş, çocuğu bütün mahallenin önünde küçük düşürmüştü. “Fakirsen gelme kardeşim, burası sadaka yeri değil!” diye bağırmıştı. Yusuf’un gözleri dolmuş, bir şey diyemeden oradan uzaklaşmıştı.

Bu sahne Halil amcanın gözünün önünden gitmiyordu. İçindeki adalet duygusu kabarıyor, ama ne diyeceğini bilemiyordu. Çünkü Kemal Bey sadece bir manav değil, aynı zamanda kasabanın belediye meclisinde sözü geçen, güçlü bir adamdı.

O gün akşam saatlerinde, Halil amca küçük dükkânında Yusuf’u tekrar gördü. Sessizce camekânın önünde durmuş, içeriyi izliyordu. Halil amca kapıyı açıp “Gel bakalım delikanlı, yardıma ihtiyacım var,” dedi.

Yusuf önce çekinse de sonra içeri girdi. Halil amca ona bir kasa elma uzattı. “Bunlar ezik, satamam. Ama tatları yerinde. Yardım et de beraber ayıklayalım.” Yusuf’un gözleri parladı.

O günden sonra Yusuf her gün dükkâna gelmeye başladı. Halil amca ona hem çalışmayı öğretiyor, hem de dürüstlüğün ne demek olduğunu gösteriyordu. Birkaç hafta içinde, Yusuf’un kasabadaki itibarı değişmeye başladı. Artık kimse onu ‘fakir çocuk’ olarak değil, çalışkan bir genç olarak görüyordu.

Ama asıl değişim, Halil amcanın beklemediği bir yerden geldi. Bir gün belediyeden bir memur geldi ve Kemal Bey’in terazilerinde hile yaptığını, müşterilere eksik ürün sattığını açıkladı. Şikâyet üzerine yapılan denetimde her şey ortaya çıkmıştı. Kemal Bey’in dükkânı geçici olarak kapatıldı, itibarı sarsıldı.

Kasaba halkı, bir çocuğu haksız yere suçlayan bir adamın aslında yıllardır gizlice insanlara haksızlık ettiğini öğrenince büyük tepki gösterdi. Halil amca ise sessizce olanları izliyor, Yusuf’un bir köşede meyve kasalarını düzenleyişini gururla seyrediyordu.

Çünkü bazen adalet, en sessiz insanların ellerinde yeşerir. Ve en büyük haksızlıklar, küçük bir çocuğun gözyaşlarında kendini belli eder.

Devamını Oku

Gümüş Kanat ve Kayıp Orman

Bir zamanlar, yeryüzünden gizlenmiş, sislerle örtülü bir ormanın içinde Gümüş Kanat adında bir baykuş yaşardı. Gümüş Kanat’ın tüyleri ay ışığında parlar, gözleri yıldız gibi ışıldardı. Bu ormanın adı kimse tarafından bilinmezdi çünkü bir kez giren bir daha çıkamazdı. Ama Gümüş Kanat ormanın her köşesini bilir, kaybolanlara rehberlik ederdi.

Bir gün, ormana küçük bir çocuk girdi. Adı Elif’ti. Annesinin kaybolan kolyesini bulmak için evlerinden uzaklaştıktan sonra yanlışlıkla bu gizli ormana adım atmıştı. Ağaçlar sık, sessizlik yoğundu. Elif korkmuştu ama ağlamadı. Çünkü annesi ona şöyle demişti: “Korktuğunda cesur olmak, cesaretin kendisidir.”

Elif yürümeye devam etti. Derken bir ağaçtan “Huuhuu” sesi duydu. Başını kaldırdı. Gümüş Kanat, bir daldan ona bakıyordu.

“Senin burada ne işin var küçük insan?” diye sordu Gümüş Kanat.

“Elmas gibi parlayan bir kolyeyi arıyorum. Anneme ait. Ormana yanlışlıkla girdim.”

Gümüş Kanat gözlerini kırpıştırdı. “Kolyeni bulmana yardım ederim. Ama bu ormandan çıkabilmek için bir kalbin neyle dolu olduğunu kanıtlamalısın.”

Elif ne anlama geldiğini bilmiyordu ama başını salladı. Gümüş Kanat kanatlarını açtı ve “Takip et!” dedi.

Birlikte derin vadilerden geçtiler, ışıltılı mantarların arasında yürüdüler. Her adımda orman daha da tuhaflaşıyordu. Ağaçlar konuşuyor, taşlar yer değiştiriyordu. Derken bir göletin kenarına geldiler. Suyun içinde Elif’in annesinin kolyesi parlıyordu. Ama etrafı siyah dikenlerle çevriliydi.

Gümüş Kanat, “Bu gölet, kalbin yansımasını gösterir. Eğer niyetin bencilse dikenler seni durdurur,” dedi.

Elif derin bir nefes aldı. “Bu kolyeyi almak istiyorum çünkü annemi mutlu etmek istiyorum. Onu üzdüm, ama onu seviyorum.”

Tam o anda dikenler geri çekildi. Elif kolyeyi alıp göğsüne bastı. Suya baktığında kendini değil, annesinin gülümseyen yüzünü gördü.

“Kalbin doğru yerde,” dedi Gümüş Kanat. “Şimdi eve dönme zamanı.”

Birden ormanın sisleri açıldı, Gümüş Kanat kanat çırptı, Elif’in etrafı ışıkla doldu… ve gözlerini açtığında kendini evinin kapısında buldu.

Annesi şaşkın ama mutlu bir şekilde kapıyı açtı. Elif kolyeyi uzattı.

“O kadar kıymetli ki,” dedi Elif. “Ama en kıymetlisi senin yanında olmakmış.”

O günden sonra Elif ormanın adını hiç söylemedi. Ama bazen geceleri pencereden bir baykuş sesi duyduğunda hafifçe gülümsedi. Çünkü bazı yerler sır olarak kalmalıydı.

Devamını Oku

29/05/2025

Trafik Cezaları artıyor

Adalet Komisyonu'ndan geçen yeni düzenlemeyle, Türkiye'de trafik ihlallerine yönelik cezalar ve kurallar sertleştirildi.

Ehliyetsiz araç kullananlara 40 TL, iptal edilen ehliyetle araç kullananlara 200 TL ceza verilecek; konvoy yapan, makas atan, ters yönde araç süren sürücülere 90 TL ceza uygulanacak ve ehliyetleri 60 gün süreyle geri alınacak.

Kırmızı ışık ihlalleri için kademeli ceza sistemi getirildi; 6. ihlal sonrası ceza 80.000 TL'ye kadar çıkabilecek.
Devamını Oku

07/05/2025

İlker Canikligil kimdir?

İlker Canikligil bugün serbest kaldı. Peki kimdir İlker Canikligil? 

26 Mayıs 1972 tarihinde İstanbul'da doğmuş, aslen Samsunlu olan Türk film ve reklam yönetmeni, fotoğrafçı, blog yazarı ve YouTuber'dır. Saint-Joseph Fransız Lisesi'nden 1991 yılında mezun olduktan sonra, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü'nde eğitimine devam etti. Üniversite yıllarında "Nöbetçi" (1992), "Ağaç" (1994) ve "Uçmak İstiyorum" (1995) gibi kısa filmler çekerek çeşitli ödüller kazandı. 

Kariyerine reklam sektöründe devam eden Canikligil, 2006 yılında "Gen" adlı uzun metrajlı filmiyle 13. Altın Koza Film Festivali'nde En İyi Kurgu ödülünü kazandı. Ayrıca İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi'nde sinema dersleri verdi.

Son yıllarda dijital medya alanında da aktif olan Canikligil, FluTV adlı YouTube kanalının kurucusudur. 

Mayıs 2025'te, YouTube'da yayınladığı bir videodaki ifadeleri nedeniyle "suç işlemeye alenen tahrik" ve "halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik" suçlamalarıyla tutuklandı. Ancak 7 Mayıs 2025 tarihinde, yurt dışı çıkış yasağı ve imza yükümlülüğü şartıyla tahliye edildi.

Devamını Oku

06/05/2025

Rubber Dam nedir?

Rubber dam (Türkçesiyle lastik örtü), diş hekimliğinde kullanılan, tedavi sırasında belirli bir dişi izole etmeye yarayan lateks ya da lateks olmayan ince, elastik bir örtüdür. Özellikle endodonti (kanal tedavisi), restoratif diş hekimliği (dolgu, inley-onley), ve bazı pedodontik işlemlerde tercih edilir.

Rubber Dam'in Amacı ve Faydaları:

  • İzolasyon sağlar: Dişi tükürükten, nemden ve bakterilerden izole ederek daha steril bir çalışma alanı oluşturur.

  • Hastayı korur: Küçük aletlerin, kimyasal maddelerin ya da dolgu artıklarının yutulmasını veya solunmasını önler.

  • Görüş alanını netleştirir: Sadece tedavi edilecek diş görünür hale gelir, hekim daha rahat çalışır.

  • Tedavi kalitesini artırır: Özellikle kanal tedavisinde başarı oranını artırır çünkü mikroorganizma kontaminasyonunu engeller.

Rubber Dam Nasıl Kullanılır?

  1. Dişin etrafına uygun boyutlu rubber dam punch ile delik açılır.

  2. Dişe rubber dam klempi (mandal) yerleştirilir.

  3. Lastik örtü, bu klempe geçirilerek sabitlenir.

  4. Gerekirse frame (çerçeve) ile rubber dam gerilir.

Devamını Oku